Haftaya Bakış (255): TÜSİAD ve Erdoğan çatışması | CHP tartışmaları | İmralı heyeti Irak’ta

21.02.2025 medyascope.tv

21 Şubat 2025’te medyascope.tv'de yaptığımız Haftaya Bakış’ı yayına Tania Taşçıoğlu Baykal hazırladı

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler ‘Haftaya Bakış’la karşınızdayız. Yine Kemal Can’la haftanın öne çıkan olaylarını konuşacağız. Kemal, bugünkü yayını stüdyoda yapamadık, kar izin vermedi.
Kemal Can: Evet.

Ruşen Çakır: İstanbul iptal olmuş durumda, ama kara rağmen bugün Halkların Demokratik Kongresi (HDK) soruşturmasında gözaltına alınanlar adliyeye sevk edildi ve 35 kişi hakkında tutuklama talep edildi. İçlerinde siyasetçiler, sanatçılar, gazeteciler var. Tutuklama talep edilmeyenlerin önemli bir kısmına ev hapsi ve adli kontrol talebi de var. Bakalım ne olacak? Bütün bu gözaltılar zaten acayip bir olaydı, ama rakamın bu kadar yüksek olması, açıkçası çok ürkütücü ve olayı daha vahim hâle sokuyor. Bu arada, Esenyurt Belediye Başkanı Ahmet Özer hakkında da iddianame hazırlandı. Orada da 11 yıl, ceza istemiyor. Yanlış söylemiyorum değil mi? 
Kemal Can: Evet ve siyasi yasak da var.

Ruşen Çakır: Artık içimiz dışımız yargı oldu. Birazdan TÜSİAD meselesini de konuşacağız. Ama bu HDK meselesi, Ahmet Özer meselesi aslında tekil olaylar değil. Birbirinden farklı gibi gözüken birçok olay aslında. Aynı tencere içerisinde kaynayan bir yemek var sanki ve anladığım kadarıyla önümüzdeki günlerde tekrar Gezi ve başka şeyler üzerinden yeni operasyonlar, yeni soruşturmalar açılacağı benziyor. Artık her şeyin yargı eliyle dizayn edilmeye çalışıldığı bir ortam. Bir zamanların Ergenekon ve Balyoz dönemleri gibi. Orada da dalgalar vardı biliyorsunuz. Şimdi insanlar yine bu ‘’dalga’’ lafını kullanmaya başladılar. Ergenekon meselesi bir döneme damgasını vurdu, ama şu ya da bu nedenle sürdürülemedi. İktidarın ortakları, yani AKP ile Fethullahçıların çatışması… Ama sonuçta yargılayanlar yargılanmaya başlandı, işler tersine döndü. Ergenekon soruşturmasını yapanların çoğu içeride şimdi ya da kaçtılar.
Şimdi yeni bir versiyonla karşı karşıyayız ve burada artık çok da farklı klikler yok gibi. Eskiden, Ergenekon davalarında Fethullahçı savcılar, sanıkları yargıca sevk edecekleri zaman tutuklama kararı versin diye, kendilerine yakın yargıçların nöbetini beklerlerdi. Şimdi öyle olmuyor. Geçenlerde mesela Ayşe Barım’da tahliye kararı verdi bir yargıç. Ama bu karar ânında bozuldu, hatta kendisi hakkında soruşturma bile açıldı. Yargıda en ufak bir fireye bile izin vermeyen acayip bir sistem oluştu ve bu böyle süreceğe benziyor. 
Kemal Can: Öyle görünüyor. Zaten ben olaylar bu hıza ulaşmadan, aylar öncesinden böyle bir topyekûn taarruz başlangıcının işaretlerinin göründüğünü düşünüyorum, öyle de söylediğimi hatırlıyorum. Zaten senin söylediğin gibi dalga dalga gelen, ama bu dalganın neredeyse her kıyıya vurduğu, herkesi önüne katıp sürüklediği bir hâle geldiğini de görüyoruz. Burada şöyle bir tablo söz konusu: Sen açılışta iki örneğini verdin; biri HDK soruşturması dolayısıyla 50 küsur kişi gözaltına alındı. Şimdi bunların 35 için tutuklama talebiyle adliyeye sevk edildiğini öğreniyoruz. Esenyurt iddianamesi açıklandı. O arada da düzelteyim, Ahmet Özer hakkında 15 yıl isteniyormuş. Yani maksimumu 15 yıla kadar bir hapis cezası ve siyasi yasak isteniyor. Bu şekilde devam ediyor. Çeşitli davalar zaten işlemekte. Bütün bunları birlikte düşündüğümüzde, muhalefet tarafında hâlâ çok yaygın biçimde kullanımda olan bazı argümanları da yeniden düşünmeyi gerektiriyor aslında. Bu, ‘’iktidar panik hâlinde, korktuğu için sağa sola saldırıyor, her konuşanın üstüne varmak istiyor, susturmaya çalışıyor’’ diye yorumlar yapmak, belki anlaşılır. İnsanların, muhalefetin umudunu kırmamak için böyle davranmak da gerekir. Her bir tuhaflığa, çok kanıksanmış olsa bile, defalarca başka örnekleri görülmüş olsa bile, her seferinde şaşırmak ve her seferinde şaşırmış gibi tepki vermek gayet anlaşılır bir şey.
Ama bir yandan da bir hakikati görmek gerekiyor. Biraz sonra konuşacağımız TÜSİAD hadisesinde de gördük. Yapılan işler, öyle panikle, aniden yapılmış işlere benzemiyor. İşin iletişim stratejisi de bayağı hesaba katılmış. Nasıl görüntüler verileceği, nasıl resimler oluşturulacağı, kimin koluna girilerek adliyeye sokulacağı… Her şey bir tasarım içerisinde gerçekleşiyor. Dolayısıyla artık bunu biraz büyük bir taarruz ve karşısında çaresiz olunacak bir durum olarak normalleştirmek yerine, elbette kuvvetli reaksiyon vermek lazım. Ama bir yandan da hakikaten olmakta olanı da doğru anlamak lazım. Bu doğru anlama meselesinde de çok kuvvetli bir muhalefet yapma biçimi olarak algılanan bu tanımlama, isim koyma, sıfat veya fiil icat etmekte biraz vazgeçmek gerekiyor. Bu tür meselelerin hepsine ‘’darbe, darbe girişimi’’ deniyor da, demokrasiye, darbe 7 senedir, 8 senedir, bilemedin 5 senedir, neredeyse her ay bir gelişmeyle ilgili kullanılınca, biraz tuhaf hâle geliyor. Beş yıl boyunca her ay bir darbe girişimi olduğu iddiasını ortaya atınca, çok kuvvetli bir şey söylemiş olmaktan çıkıyor. Eğer hakikaten bir darbeyle karşı karşıya kalındığı düşünülüyorsa ona göre bir vaziyet almak gerekir. Şimdi söylediğin örneklerde de, iktidarın muhtemel seçim yenilgisini engellemek için birtakım taktik hamleler yaptığı ve aslında bütün bu taktik hamlelerin de bir olasılığın önünü kesmek için yapıldığı iddiası, evet, yine muhalefetin umudunu canlı tutmak için kullanışlı bir argüman olabilir, bir siyasi mesaj olarak doğru olabilir, ama hakikatle ilgisini de kaçırmamak lazım. Çünkü sendikacı hapse atılıyor işini yaptığı için, gazeteci hapse atılıyor işini yaptığı için, hâkim soruşturmaya uğruyor işini yaptığı için, iş adamı sorgulanıyor, soruşturmaya konu ediliyor, işini ya da işinin gereğini yaptığı için. Sanatçısı böyle, siyasetçisi böyle, akademisyeni, bilim insanı, STK temsilcisi böyle.
Şimdi şöyle bir tabloyla karşı karşıyayız: İktidara laf söyleyenlere, iktidarın karşısında olanlara baskı uygulanmasını, hatta sistemli bir baskı altında olmalarını anlıyoruz. Ama şu anda artık iş o aşamayı da biraz geçmiş ve işini yapan, işini yapmaya çalışan, işini hakkıyla veya hakkıyla yapıyormuş kadar bir sınırda dursa bile, vicdanı ya da rahatsızlığı dolayısıyla susamayan ya da konuşanlar yahut hiç konuşmayan ama sadece işini yapan insanlar bile sorgulama, baskı altında. Bu tablo gerçekten ciddi bir tablo. Her bir vakayı ayrı ayrı bir taktik mesele olarak ele almaktan artık vazgeçmek gerekiyor. Bu çok açık. Bir taraftan kayyum politikaları, bir taraftan gözaltı dalgaları, bir taraftan medyaya, siyasete, sivil topluma, meslek kuruluşlarına ayar verme. Mesela, bu hafta sonu İstanbul Barosu yeniden kongreye gidiyor, çünkü bu konuda iktidarın yaptığı bir soruşturma var. Biraz sonra konuşacağımız gibi, Baro seçimlerinde de CHP'nin Kurultayındaki şaibe olduğu iddiasını Baro’nun kendisi bir restle karşıladı ve bu hafta sonu kongre yapacak. Tek başına, ‘’şunun önünü kesmek için, bunun ablukasını sıkılaştırmak için yapılıyor’’ demekle yetinilemeyecek topyekûn bir meseleyle karşı karşıya olunduğu açık ve buna göre pozisyon almak, buna göre siyaset üretmek de kaçınılmaz. Şimdi bakıyoruz, tablonun hakikaten tutar tarafı yok. Sen biraz önce bir benzetme yaparak, bunu, o Ergenekon davaları sürecine benzettin. Evet, o zaman yargılamaları yapanların hepsi hapiste. Ama şimdi yapılan yargılamaların, soruşturmaların çoğu, o dönemde, şimdi yargılanan ya da bir kısmı hapiste olan veya bir kısmı kaçak olanların yaptığı ya da bir kenara yığdığı dinlemeler, soruşturmalar, kayıtlar üzerinden yeniden kıymetlendirilerek önümüze geliyor. Esenyurt hadisesinde de öyle, Gezi davasında da öyle. Bu HDK soruşturmasında da şimdiye kadar öğrendiklerimizden, sorguda gözaltına alınanlara sorulan sorulardan çıkarttığımız, seneler öncesinden birtakım kayıtların, dinlemelerin devreye sokuluyor olduğu. Yine pek çok kayyum atamasında benzer işlemlerin yapıldığını biliyoruz. Dolayısıyla, aslında birileri etrafına kumpas kurmak için yapılmış hazırlık anlamında bir süreklilik var. Evet, bunu kullanan aktörler değişiyor, bir kısmı hapse giriyor, bir kısmı birbiri aleyhine kullanarak tekrar hapse giriyor. Ama saldırı altında kalanlar aşağı yukarı hep aynı taraf.

Ruşen Çakır: Burada istersen biraz TÜSİAD'dan da bahsedelim. TÜSİAD meselesinin bambaşka bir boyutu var. Şu ana kadar izlenen operasyon, bu ‘’topyekûn’’ tanımını hak ettiren bir hamle oldu. TÜSİAD bile katıldı işin içerisine ve göstere göstere katıldı. Ben açıkçası Erdoğan'ın pazar günkü Kongrede bu konuda konuşacağını ve bunu değerlendireceğini düşünüyordum. Birçok ekonomist, “Ekonomi çok kötü durumda, olayın büyümesini istemez” dedi. Ama Erdoğan bu fırsatı kaçırmadı, buradan yürüyor ve senin de demin bahsettiğin gibi, TÜSİAD, polisler tarafından kollarına girilerek adliyeye götürülmesi görüntüsüyle, küçük düşürüldü, küçük düşürülmek istenildi. Böyle yaparak, iktidar güçlü gösterilmek isteniyor. Ama burada yapılan bir şey var. Özgür Özel de başkaları da bu görüntülerin Türkiye'nin itibarını zedelediğini söylediler. Tabii ki Türkiye'nin itibarı yabancı yatırımcının gelmesini etkiler, ama her şeyden önce Türkiye'nin kendi içindeki itibarı sorunu var. Olay, Türkiye dışarıdan nasıl gözüküyor meselesi değil. O, olayın sadece bir boyutu. Bir de hele Trump'ın Zelensky’e yaptığı muameleyi gördükten sonra… Ama diyelim ki bu doğru olsa bile, her şeyden önce bu kişilerin söyledikleri yanlış mı? Yanlış şeyler mi söylediler, kârlarını daha da arttırmaya yönelik, daha antidemokratik, daha hukuk devleti dışında şeyler mi talep ettiler de sorgulandılar? Tam tersine, üstelik kendilerini riske atarak belki de bir şeyler söylemek zorunda kaldılar. Neden yaptıkları ayrı bir tartışma konusu, ama sonuçta söyledikleri şeylere ‘’bunlar yanlıştır’’ diyebilecek kimse var mı? AKP seçmeninin bile çok fazla bir şey diyebileceği sanmıyorum. En fazla, ‘’devlete kafa tutulmaz’’ gibi bir yaklaşım olabilir. Ama biliyorsun bazıları, Erdoğan'ın söylediği bu ‘’komprador burjuvazi’’ lafından hareketle, “Helal olsun, komprador burjuvaziye, oligarşiye haddini bildirdi” diyorlar. Bunun böyle olmadığı çok açık. Sen de demin söyledin, TÜSİAD’a bunu yapıyor, ama Antep'te de sendika başkanını, direniş örgütlediği için, işini yaptığı için tutukluyor. Yani aynı şey, burada bir sermaye karşıtlığı yok, işçi sınıfının yanında olmak gibi bir olay yok. Zaten yaşanan bu sürecin içerisinde çok anlamlı bir aşama oldu bence.
Kemal Can: Evet, söylediğin gibi, TÜSİAD hikâyesinde üstünü kapatma olasılığı her zaman vardı, ama bu, fırsatı mı kaçırmadı, yoksa zaten bu fırsat olsun diye biraz hazırlık mı yapıldı? Çünkü ilk işareti, daha Erdoğan dönmeden önce Adalet Bakanı vermişti. “Bir had aşma durumu var. Biz buna izin vermeyiz” dedi. Had aşma durumu ne? Diyelim ki eleştirileri fazla buldunuz, haksızlık olduğunu düşündünüz. Ama eleştirinin fazla olmasını bir had aşma olarak görürseniz, sokak röportajında pahalılık var diyen insan için de aynı şeyi yapabilirsiniz. Koca bir işadamı örgütünün başındaki, “Hukuk yok. Bu ülkede hukuk güvencesi yok” diyor, ama onlarca, binlerce davada görüyoruz ki, bu davaların konusu olan insanlar zaten senelerdir bunu söylüyorlar, pek çok hukukçu bunu söylüyor, Türk Ceza Yasası’nı yazmış ve bu iktidarın oylarıyla meclisten geçmiş yasayı kaleme almış profesör aynı şeyleri söylüyor. Pek çok başka hukukçu aynı şeyi söylüyor. Ama sonuçta hukukla, yargıyla ilgili bir mesele olduğundan bahseden birini, TÜSİAD olayında olduğu gibi, doğru olmayan bilgiyi yaymak ya da haddini aşmak gibi bir isnatla, böyle bir suç icat ederek yargılıyorsunuz, sorguluyorsunuz. Buna izin vermeyeceğinizi, had bildireceğinizi söylüyorsunuz. Söylediğin gibi, sendikasından iş adamına, akademisyeninden siyasetçisine kadar herkesi, bu had bildirme başlığının altında değerlendirebilirsiniz.
Zaten bir başka hukuksuzluk durumu, pek çok sorgulamanın, soruşturmanın, hatta tutuklamanın gerekçesi olarak, mevcut yasalarda var olmayan birtakım suçlar ihdas edilmeye başlanması. Daha önce Ayşe Barım hadisesinde yaşadık. Savcının istediği ya da savcının iddianamesine zemin teşkil edebilecek türde ifade vermeyen tanığı, yalancı tanıklıkla suçlamak, yine yasaların hükmünü uygulayarak tahliye kararı vermiş bir hâkimi, verdiği karardan dolayı soruşturmaya uğratmak, iddianamede çıkmamış yasada adı geçen nüfuz casusluğu iddiasını bir suçlama olarak ortaya koymak, ‘’kent uzlaşısı’’ diye bir suç icat etmek gibi bir sistematik işliyor. Artık mevcut yasalarda tarif edilmiş birtakım suçlara insan uydurmak ya da delil uydurmak gibi bir yükümlülükten de kurtulmuş durumda yargı. Kime ne ceza vermek istiyorsa, kime ne had bildirmek gereği ortaya çıkıyorsa, bunun üzerine, yasada var olup olmamasına bakılmaksızın birtakım suçlamalarda bulunuyor ve bu suçlamalara dayalı olarak birtakım gözaltılar, tutuklamalar, hatta mahkûmiyetler çıkartıyor.
Bu sistematiğin herkesin göz önünde işlendiği bir zeminde, bir iş adamı örgütü de bunlara dikkat çekiyor. Bunlarla ilgili kanaatleri, şimdiye kadar susup susmadıkları ya da şimdi niye konuştukları konusundaki tartışmaların hepsini bir kenara bırakarak bunu söylüyor. Bunu söylediği anda da yine bir suç imal ediliyor. O da, ‘’Gerçeğe aykırı. Aslında bir hukuk sorunu yok, aslında bir adalet sorunu yok, aslında bir yargı sorunu yok. Dolayısıyla, siz, olmayan bir bilgiyi yayıyorsunuz siz. Çıkıp, olmayan bir kaygıyı dile getiriyorsunuz’’ diyerek soruşturmaya uğruyor. Bu zincir, hukuki terimlerle, hukuki argümanlarla ya da senin biraz önce işaret ettiğin gibi ‘’ülkenin itibarı’’ gibi kavramlarla tartışılabilir bir konu değil. Biz daha önce, “Türkiye'de itibardan tasarruf olmaz” cümlesiyle, itibarın nasıl sağlandığını zaten öğrenmiştik. Ama şu anda dünya, itibarın hak gözetmekle, adaletle, yüksek ahlakla ya da ilkeli davranışla bir ilgisi olmadığını, artık dünyada da ‘’itibar’’ denilen şeyin son derece itibarsız bir güç meselesi haline dönüştüğünü, itibarın artık güçle sağlandığını ve bu sağlama biçiminin de tartışma konusu bile edilemez hâle geldiğini görüyoruz. Biz ülkemizde bunu biraz daha erken deneyimledik. Ama şimdi bütün dünya başka bir biçimde tekrar deneyimliyor. Dolayısıyla bence bu tür hadiselere verilecek, “İtibar, ülkenin itibarını düşürüyor, Mehmet Şimşek bu fotoğrafla nasıl para bulacak?” gibi reaksiyonların hakikaten artık çok nahif kaldığını düşünüyorum.

Ruşen Çakır: Nahif ama, Mehmet Şimşek'in para bulmakta zorlanacağı gerçeği de ortada. Zaten ekonomik program iyi gitmediği için, TÜSİAD, destek verdiği bu programdan bir anlamda desteğini çekti aslında. Bu çıkış onu da gösteriyordu. Bakalım bundan sonra ne olacak? Şimdi bu yargı perspektifiyle, pekâlâ CHP'nin Kurultayı da şaibeli bulunup yeniletilebilir. Hatta birileri, “CHP Kurultayı şaibeliyse, yerel seçimler de tekrarlansın” diyorlarmış. Şimdi o olay, iktidarın ummadığı bir şekilde gündeme geldi. Tabii medyadaki birtakım isimlerin devreye girmesiyle, -ki bunların çoğu CHP'li görünümlü isimler- bu şaibe meselesi gündeme geldi. Bu arada esas meselenin tabii ki Ekrem İmamoğlu meselesi olduğu ortada. Şu anda 133 milletvekilinden 116’sı imza vermiş Ekrem İmamoğlu için. Ben açıkçası başka kimin aday olacağını ve ne kadar oy alabileceğini merak ediyorum. Ekrem İmamoğlu’nun CHP'nin adayı olacağı kesin, ama hukukun bu şekilde bir siyasi sopa olarak kullanıldığı bu süreçte, herhalde Ekrem İmamoğlu da, CHP de bu seçim sürecinde hakkaniyetli bir sürecin yaşanacağını düşünmüyorlardır. Ama bu fütursuzluk, bu kanunlarda olmayan suçlar, insanları yargılamaların bu kadar yaygın olduğu bir yerde, en fazla sınırlarını düşünüyorlardır. Bir de mesela İstanbul seçimlerini Yüksek Seçim Kurulu’nun yeniletmesini, oradaki itirazları hatırla. Neydi itirazlar, hiç kimse bilmiyor. YSK nasıl izin verdi, nasıl izin verdiğini tahmin ediyoruz da, ne gerekçeyle izin verdi? Ama bütün bunlara rağmen, Ekrem İmamoğlu farkı alabildiğine açarak seçimi kazandı. Şimdi öyle bir olay var önümüzde. Ama burada da bence seçim sürecine yargı bir şekilde dâhil olacak. Daha doğrusu, yargı dâhil edilecek gibi görüyorum.
Kemal Can: Dâhil, zaten şu anda pek çok şeyle sürecin içinde. İmamoğlu davaları, biraz önce konuştuğumuz Esenyurt davası, şimdi yürüyen o ‘’kent uzlaşısı’’ hikâyesi.

Ruşen Çakır: Kent uzlaşısı meselesinin, başka ilçeleri de kapsayacak bir şekilde daha da sürmesini bekliyorum ve bunu şuraya kadar da yaygınlaştırabilirler pekâlâ: ‘’Bunlar bunu yaptılar ama kimin çıkarına yaptılar?’’ deyip, d olaya doğrudan dâhil olmayan insanları da, CHP yönetimini, büyükşehri de katabilirler. Nasıl olsa hukuk, şu bu aranmıyor. Böyle diyorlar, öyle oluyor, ne kadar savunursan savun. Mesela TÜSİAD'a yapılan suçlamalar. Senin de söylediğin gibi, böyle suç yok. Bunu da en kolay TÜSİAD'ın avukatları kanıtlar, beş dakikada kanıtlarlar. Herhalde o savcılar da bunu biliyorlar. Ama buna rağmen yapıyorlar ve sonra karar çıkıyor. Mesela bugün gördüm; Nasuh Mahruki’ye ceza verilmiş ama ertelenmiş. Peki, niye ceza verdiler? Belli ki Nasuh Mahruki’ye ceza vermek istediler, öyle değil mi? Artık öyle diyorum, yani gerçekten detayına bakma ihtiyacı bile hissetmiyor insan.
Belki Ergenekon sürecinden farklı olan hikâye budur. Ergenekon döneminde delil yaratılıyordu, madde yaratılmıyordu, suç yaratılıyordu. Mesela bir yerde silah bulunuyordu ve o silah birilerine atfediliyordu, ama bir silah vardı. Şimdi ortada silah da yok. Ya da mesela birtakım yerlere, insanların cep telefonlarına, bilgisayarlarına bir şeylerin yerleştirildiği söyleniyordu. Ondan sonra bunlar bulunuyordu. Şimdi böyle bir şey yerleştirmeye de gerek duyulmuyor. Böyle garip bir durum. ve bundan CHP de zaten şu âna kadar bayağı bir nasibini aldı, bundan sonra daha da alacağa benziyor. CHP'nin ön seçimde Ekrem İmamoğlu’nu seçecek olması tek başına bir şey olmayacak, buraya muhakkak bir müdahale olacak.
Kemal Can: Parti kurultaylarına iktidar eliyle, yargı marifetiyle müdahale hikâyesini, MHP kongre sürecinde de görmüştük. Hatta galiba Saadet Partisi’yle ilgili de benzer bir şey denendi. Yaparlar yapmazlar, o ayrı bir tartışma, ama senin dediğin gibi şu anda buna teşne birtakım çevrelerin, insanların da olduğu anlaşılıyor. Bu Kurultay tartışmaları, ki bunlardan bir tanesi de anketlerde önde çıktığı için tekrar aday yapılan bir belediye başkan adayı. Dolayısıyla şimdi diyelim ki CHP, İmamoğlu-Yavaş tartışmasını, geçici olarak CHP'nin bünyesinde bir problem olmaktan çıkartacak bir önseçim sürecini, bir de teşkilatı canlandırarak geçmiş olsa, oradan bir hava yaratılmış olsa, -onunla ilgili riskler hâlâ bir kenarda olsa da- diyelim ki böyle atlattılar. Ama bu kurultay tartışmalarının, tekrar CHP'yi bir kurultaya mecbur bırakacak bir yargı hamlesi olmayacağı, olursa da bunun CHP için epey bir zaman kaybına yol açabileceği ortada. “Asla böyle bir şey yapmazlar. Böyle bir şeye cesaret etmezler. Böyle bir şeye kalkışmazlar, Yok canım, yapmazlar” diyebiliyor muyuz? Sen diyebiliyor musun? Herhangi biri diyebiliyor mu? CHP böyle davranabiliyor mu? Zaman zaman diyor. Pek çok yorumcu ve muhtemelen CHP yönetimi de, aday olursa İmamoğlu'na dokunulamayacağını düşünüyor. Ama bunların kesinlikle olmayacağını ya da mevcut diğer soruşturmalardan, diğer davalardan patır patır sonuçlar gelip, birdenbire yargı eliyle, muhalefetin bu toparlanma ve adaylık meselesini aşarak güçlü bir dalga üretmesinin önüne pek çok bent, baraj, problem çıkartılabilir. Bunların olmayacağını, iktidarın bunları yapacak imkânının olmadığını düşünmek için de hiçbir nedenimiz yok. Yaptıklarına ettiklerine baktığımız zaman, yapabilme ihtimalini hiç de küçük göremeyiz açıkçası.
Üstelik, iktidar odaklarının, bu konuda neredeyse 4, 5 senedir daha sistematik biçimde CHP içinde de çalışmış olduğu için, pek çok enstrümana, pek çok elemana, pek çok çatlak üretme potansiyeline ve onları kışkırtma enstrümanlarına sahip olduğunu da biliyoruz. Biraz önce konuştuğumuz başlıkta gördüğümüz yargı kararlarındaki fütursuzluk, bu konuda da kolayca önümüze gelebilir. Dolayısıyla, bu kurultay tartışmaları ve muhtemelen İmamoğlu etrafında örülen yargı meselesi, bir süre daha gündemde tutulacak. Öyle gündemden hemen ön seçimle birlikte kalkacakmış gibi gelmiyor bana. CHP'nin bunu iktidarın hamlelerine bırakmaması, kendisinin, bu konuda artık başka bir mekanizmayla, daha hızlı ve daha gündeme hâkim biçimde, bunları öngörerek bazı politikalar geliştirmesi lazım.

Ruşen Çakır: Erdoğan “Biz bunca kongre yaptık, hiçbirisinde şaibe yok” dedi. Pazar günü yeni kongreyi yapacaklar, biliyorsun. Hiçbir şaibe yok, çünkü her şey önceden hazır. Epeyce bir il ve ilçe başkanlarını değiştirmişler, yüzde 50’nin üzerinde olduğunu hatırlıyorum. Tabii burada çok aday yarışıyor ve delegeler bunlardan birisini seçecek gibi bir şey söz konusu değil. Çünkü her şey Erdoğan tarafından önceden saptanıyor. Erdoğan'a seçenekler sunuluyor. Aynı şekilde MKYK ve MYK yine öyle seçilecek. Nuray Babacan, bugün Nefes gazetesinde bu konuyu bayağı ayrıntılı bir şekilde yazmış. https://www.nefes.com.tr/yazarlar/nuray-babacan/akpnin-secim-vitrini-16885 Efkan Âlâ’yla beraber oturmuşlar, hazırlanmışlar belli ki. Sürpriz. Bu arada Cumhurbaşkanlığı Kabinesi’nde de değişiklik olacağı söyleniyor. Kimisi bu gece kabinede değişiklik olacağını söylüyor. Nuray Babacan yazısında, kongredeki listeye göre kabinenin şekilleneceğini söylüyor. Bakalım, her halükârda peş peşe olacak. Ben İstanbul'da yapılan kongreye gittim biliyorsun. Bunca yıldır izlediğim kongreler içerisinde en zayıfıydı. Çok zenginleşmiş bir parti var kesinlikle, ama parti vasfından her geçen gün uzaklaşan bir yapı var.
Yazılarımda ve yayınlarda özellikle vurgulamaya çalıştığım bir diğer husus da şu: Eskiden, Refah Partisi'nin, Fazilet Partisi'nin ve AKP'nin ilk yıllarında izlediğimiz kongrelerde, kim yönetici, kim sıradan vatandaş onu pek ayırt edemezdik. En fazla, boynunda delege kartı varsa ayırt edilirdi. Şimdi çok net bir şekilde farklılık var, kılık kıyafetinden dahi anlıyorsun. Ben bunu, Ahmet İnsel’in Birikim’deki ‘’Yerli ve milli Nomenklatura’’ https://birikimdergisi.com/haftalik/9817/yerli-ve-milli-nomenklatura başlıklı yazısından hareketle tanımladım. Sovyetler Birliği döneminde olduğu gibi varlığını partiye, daha doğrusu parti devletine borçlu olan bir sınıf ve onlar için iktidar her şeyden önemli. Ne önemli? Bir, kendilerinin o iktidarın içerisinde kalmaları önemli; iki, bulundukları hareketin iktidarda kalması önemli. Ama biliyoruz ki Erdoğan çok kişiyi değiştiriyor. Mesela AKP tarihine baktığımız zaman, çok kişi dışarıda kaldı. Kimisi ayrı parti kurdu, o ayrı. Erdoğan tarafından emekliye ayrılan, dışlanan çok insan oldu. Bu da birçok insanı bayağı endişelendiriyor ve onlar için önemli husus, Erdoğan'ın gözünde itibar kaybetmemek. Böyle bir garip bir durum oluyor. Tek adam yönetimi diyoruz ya, bu partideki tek adam yönetimi de çok net bir şekilde ortada. Zaten biliyoruz ki her şeyi Erdoğan saptıyor ve insanların hayatları, konumları da ona bağlı. Pazar günü ne olacak? Mesela şu anda partiden yönetici olarak iki üç isim biliniyor; Efkan Âlâ biliniyor, Ömer Çelik biliniyor. Başka genel başkan yardımcısı diye bildiğimiz çok fazla insan yok. Bir de tabii böyle bir husus var; parti yöneticileri öne çıkmıyor, çıkartılmıyorlar. Parti sözcüsü konuşuyor, Erdoğan’ı temsil etmesi gerektiği zaman bir genel başkan yardımcısı ya da bir grup başkan vekili öne çıkıyor. Onun dışında kimsenin öne çıkmasına da izin verilmiyor. Garip bir şeye dönüştü olay. Erdoğan yönetimi değiştirecek de parti içerisindekiler dışında, insanlar, “Ali gitti, Veli geldi” diyemeyecekler. Bizler gazeteci olarak en fazla, eski MKYK’yı koyacağız, yeni MKYK’yı koyacağız, kimler gitmiş, kimler kalmış, bunlara bakacağız ve ‘’değişen insanlar şundan dolayı gitmiş olabilir’’ diye kendimizce yorumlayacağız.
Ama bunlar tamamen Erdoğan'ın kıstasları. Erdoğan'ın kıstasları da nedir, ne değildir? daha çok genç ve daha çok kadın sayısı olduğunu söyleniyor. Ama bir yerden sonra ben, Erdoğan olmadan partinin kendisinin hiçbir anlamının kalmadığını görüyorum. Erdoğan'ı çıkarttığımız zaman AK Parti kendi başına yürüyebilecek bir parti mi? Hiç sanmıyorum. Pazar günü de göreceğiz, Divan başkanı bir iki formalite konuşması yapar, onun dışında, Erdoğan konuşacak, videolar gösterilecek. Zaten tek liste girilecek, tek aday girilecek ve olup bitecek. Bunu da bir başarı olarak gösteriyor. Şimdi CHP’ye baktığımız zaman kavga var dövüş var, hizipler var ama bir hareket var sonuçta. AKP'de bu yok ve Erdoğan’ın kendi sisteminde kurguladığı bu otoriter nizamda, bu bir başarı gibi gösteriliyor olabilir, ama bunun demokrasiyle hiçbir alâkası yok.
Kemal Can: ‘’Dünyada barış, yurtta barış’’ gibi. Ülke nasıl yönetiliyorsa parti de öyle yönetiliyor aslında. AKP açısından baktığında, orada bir tutarlılık ve bir benzeşiklik var. Ben şunu not olarak düşmek istiyorum. Bu son başlığa şu süreç notunu girmeden önce şuna değinmek istiyorum. Bunu yerel seçimden hemen sonrası için konuşuyor olsaydık, hatta o zaman da konuşuluyordu bu, sonuçta AKP kongre yılına girmişti. Hatırlarsan o zaman MHP'yi dışarıda bırakmaya çalışan birtakım kanatlardan, partinin asıl sahibi olma iddiasındaki birtakım çevrelerden, daha çok isimsiz birtakım açıklamalardan, bahsedilen birtakım kanatlar söz konusuydu. Hatta hatırlarsan, o normalleşme döneminde Bahçeli’ye rest çektiren bir şey vardı: “O kadar çok istiyorsanız gidin CHP’yle yürüyün” gibi bir çıkış yapma ihtiyacı duymuştu. O zamanlar, hele ki yerel seçim yenilgisinden sonra, ‘’bu iktidar partisi kendine gelecek, fabrika ayarlarına dönecek’’ gibi laflar dolanıyordu. Şimdi dikkatini çekerse, böyle şeylerin hiçbiri yok ortada. Aslında 6 ay içerisinde gündem kontrolüyle ilgili ya da moral üstünlükle yerel seçimin getirdiği siyasi hava değişirken, esasında AKP içerisindeki bu mesele de değişti. Hatırla, o zaman birtakım bakanlara birtakım önemli misyonlar biçiliyordu. İçişleri Bakanına, Mehmet Şimşek'e keza öyle. Şimdi mesela bunların hiçbirinin önemi kalmadı. Birdenbire tekrar senin çizdiğin resme dönüldü. Bu da aslında önemli göstergelerden biri.
Buradan şuna bağlayacağım: şimdi bu hem diğer partilerin içini karıştırmak hem oradaki adaylık şeylerini kışkırtmak, biraz reel politik zemini kurcalamak, kongreler derken, Bahçeli'nin yokluğunda gaza basan kimse de olmadığı için, bu süreç meselesi de biraz tavsamış görünüyor. Bu kongre, peşinden kabine değişikliği, galiba 15 Şubat gibi bir tarihte zikredilmiş olmasına rağmen, bu süreç meselesi Şubat’ı kapatarak geçecek gibi görünüyor. Ama orada heyet malum Irak'a gitti, hem KHP’yle hem KDP’yle görüşmeler yaptı. Ama öbür taraftan, Suriye'den gelen işaretler, Öcalan'dan henüz açıklama gelmedi ama, söylendiğine göre, gelen mektupların içeriğinden, geri adımları biraz daha yoğunlaştırmış olduğu izlenimini veriyor. Özellikle Suriye'deki pozisyon açısından. Çünkü çok kısa bir süre önce, birtakım şartlara bağlamış olmasına rağmen SDG, eş-Şara’yı kutladı ve bir tür, onun devlet başkanlığını kabul ettiğini gösterdi. İkincisi, orduya katılma konusunda prensipte teyit etti. Yabancı savaşçıların ya da gerillaların Suriye'den çıkartılması konusunda adım atacaklarını söyledi. Buna karşılık, Şam'daki hükümet de Kürtlerin, geçiş dönemi konferansına katılmayacağını söylediler.
HDK meselesinden tut da kayyum politikalarına ve diğer adımlara kadar, Türkiye'de yaşadığımız şeyleri de buna ekleyince, hem iktidar tarafından, hem Kürt siyaseti tarafından hâlâ umut var şeklinde birtakım açıklamalar yapılıyor olmasına rağmen, genel siyasi tablonun değişimi anlamında, yani iddia edildiği gibi bir paradigma değişimi anlamında ne beklenmesi gerektiği konusundaki tereddütler daha da yoğunlaşmış gibi görünüyor. Galiba Mart ayında gündemimiz bir açıdan da burada daha belirgin hâle gelecek. Bu gündem Mart’a kalmış görünüyor.

Ruşen Çakır: Bir de tabii Bahçeli'nin sağlık durumu var. Çünkü iktidar kanadında bu olayı açıkça sahiplenen, arada gaza basan tek isim o. Şu anda sağlık nedeniyle siyaseten ortada gözükmüyor. O olmadığı müddetçe de olay sadece DEM Parti’ye kalmış gibi gözüküyor. Bu da çok ilginç. Ama mesela bugün Numan Kurtulmuş bir açıklama yapmış. O da Öcalan'dan ‘’terörsüz Türkiye’’ açıklaması beklediklerini söylemiş. Adalet Bakanı’na video olacak mı diye soruluyor. Bakan ‘’mevzuatımızda böyle bir şey yok’’ demiş.
Kemal Can: Her şey mevzuata göre yapılıyor çünkü.

Ruşen Çakır: Bir de Amberin Zaman AL-Monitor’da yazmış. Süleymaniye'ye giden heyet, orada Kandil'den temsilcilerle de görüşmüş. Onu görmüş müydün, bilmiyorum?
Kemal Can: Evet. Haberi okumadım da dolaylı aktarımlarla o enformasyonu edindim.

Ruşen Çakır: Tabii böyle şeyler oluyorsa, bunların hepsi devletin bilgisi, onayı ve hatta teşbihiyle oluyor. Ama yıllar sonra biliyorsun daha…
Kemal Can: Zaten mektup gittiyse, nasıl gitti?

Ruşen Çakır: Biliyorsun, hâlâ o çözüm süreci dönemindeki Kandil fotoğraflarıyla insanlar itibarsızlaştırılmaya çalışılıyor. Altan Tan, Selahattin Demirtaş, Pervin Buldan, hepsi devletin bilgisi dâhilinde yapılan işlerdi. Şimdi de oradan yürümeye çalışıyorlar. Şu kesin, Pazar’a kadar bir şey çıkmayacak. Erdoğan'ın kongre öncesinde böyle bir şey istemediğini tahmin etmek zor değildi. Şimdi pazar günü kongre yapıp kabine de değişirse, mart ayı başında böyle bir şey pekâlâ çıkabilir. Burada hâlâ, “Öcalan söyledi ama bakalım Kandil buna uyacak mı?” meselesi var. İktidar çevresinden, -burada esas olarak AK Parti çevresini kastediyorum- onların medyasında sürekli oraya soru işareti düşürülüyor. Sanki bir bilgiden ziyade, bir temenni gibi geliyor bana. Bilmiyorum niyet okumak gibi olacak ama, ‘’Kandil biraz arıza çıkarsa fena olmaz’’ gibi bir beklenti olabilir. Çünkü öteki türlü, deminden beri konuştuğumuz şeyler; HDK operasyonu ya da Ahmet Özer davası, silah bırakmış bir PKK'nın olduğu bir yerde Ahmet Özer'i ne diye yargılayacaksınız? HDK davasını nasıl açacaksınız? Tabii olmayan şeyleri suç bulma yeteneği var yargıda. Ama hani en önemli şey olan terör tehdidi, beka, ülkenin bölünmez bütünlüğü meselesindeki en önemli argüman bir şekilde devre dışı kalacak. Bu kullanışlı bir şey. Her önüne gelene, “Sen şunu yaptın. Sen şurada PKK'nın bilmem nesinin bilmem nesine selam verdi,” gibi gidebilecek bir şey algısı var. Geriye bir tek Fetö kalacak. Fetö, yani ‘’Fethullahçılar’’ argümanıyla beka sorununu nereye kadar götürebilirler? Gerçi bugün bir dönerci zincirine bir operasyon yapıldı biliyorsun, 300'ün üzerinde kişi gözaltına alınmış. Acayip bir şey. Olayı okuyorsun, İçişleri Bakanı’nın yazdıklarına bakıyorsun. Bu doğruysa, gerçekten bunu nasıl yapmışlar? Fethullahçılar ülke çapında bir döner zinciri üzerinden örgütlenmişler. Yeni tabirle ‘’Netflix dizisi’’ gibi bir şey.
Kemal Can: Evet. Şimdi büyük ihtimalle eğer bu sadece ilk başta yorumlandığı gibi basit bir oyalamaca, kandırmaca, taktik bir hamle olmuş olsaydı, Erdoğan'ın, bunu kongre öncesinde kullanışlı bir yere getirmesi daha işine gelirdi. İki türlü düşünülebilir: Bir, mesele pek çok açıdan o olgunluğa gelmemiş olabilir. İkincisi, zamanlama açısından ve kullanım açısından, düşünülen şey bu değildir, daha geniş bir şeydir. Çünkü Erdoğan kongreyle ilgili yaptığı konuşmada, yeni bir dönem ve geleceğe konuşan bir iktidar perspektifinden bahsediyor. Dolayısıyla şimdi bu kabine değişikliğinden sonra belki sürpriz bazı transferler, muhalefet aktörlerine daha sorun yaratacak ve daha somut birtakım sonuçlar üretebilecek adımlar gibi, hızlı bir dalga da bekleyebiliriz aslında. O dönemin içerisinde eritilmeyi ve süreci gündem hâline getirmeyi ve hızlı ilerlemesini isteyen Bahçeli'ydi. Dediğin gibi sağlık nedenleriyle şu anda onun ayağı gazda değil, ama zaten bunu ağırdan alma tercihi Erdoğan için başından itibaren söz konusuydu bence. Şimdi de biraz onun kontrolüne geçmiş gibi görünüyor hadise. Dolayısıyla bu hadiseyi nasıl evriltecek, onu da göreceğiz. Mart ayı şimdiye kadar izlediğimiz ve şaşırtıcı gelen bu dalgaların azalmayacağı, artacağı ve çeşitleneceği bir ay da olabilir.

Ruşen Çakır: Evet, maalesef ben de öyle düşünüyorum. İyice gergin bir ortamda, çok önemli ve zor bir süreçten geçeceğiz. Ama Türkiye hep böyle birtakım dönemler yaşadı, bunlar bir şekilde hâkim oluyorlar ve belli bir süre sonra yerini daha bir normalleşmeye bırakıyorlar. Bakalım bu sefer nasıl şiddetlenecek ve nereden itibaren inişe geçecek? Burada noktayı koyalım, Kemal.
Kemal Can: Bugün programı biraz uzun yaptık galiba.

Ruşen Çakır: Evet. Artık haftaya stüdyoda yaparız diye umuyorum. Haftaya buluşmak üzere. İzleyicilerimize çok teşekkürler, iyi günler. 



Destek olmak ister misiniz?
Doğru haber, özgün ve özgür yorum ihtiyacı
Bugün dünyada gazeteciler birer aktivist olmaya zorlanıyor. Bu durum, kutuplaşmanın alabildiğine keskin olduğu Türkiye'de daha fazla karşımıza çıkıyor. Halbuki gazeteci, elinden geldiğince, doğru haber ile özgün ve özgür yorumla toplumun tüm kesimlerine ulaşmaya çalışmalı ve bu yolla, kutuplaşmayı artırma değil azaltmayı kendine hedef edinmeli. Devamı için

Son makaleler (10)
02.03.2025 Yeni çözüm sürecine yönelik bazı itirazlar ve bunlara cevaplarım
23.02.2025 AKP Türkiye’yi dönüştürürken kendisi de dönüştü
21.02.2025 Haftaya Bakış (255): TÜSİAD ve Erdoğan çatışması | CHP tartışmaları | İmralı heyeti Irak’ta
16.02.2025 Bahçeli iyi, Erdoğan kötü polisi mi oynuyor?
14.02.2025 Haftaya Bakış (254): TÜSİAD'ın çıkışı, CHP'de ön seçim & CHP'li belediyelere operasyon
14.02.2025 Mehmet Altan ile Türkiye’nin Gidişatı (6): Hukuk devleti herkese lazım
13.02.2025 Ali Çarkoğlu ile söyleşi: Ön seçim CHP için iyi bir fikir mi?
12.02.2025 Transatlantik: Trump Gazze'yi alabilir mi? & ABD'de "Cumhuriyet mi, demokrasi mi?" tartışması
12.02.2025 CHP'de cumhurbaşkanı adayı bilmecesi: Prof. Emre Erdoğan ile söyleşi
11.02.2025 Gün Zileli: Maoculuktan anarşizme 60 yılı aşkın bir militanlık öyküsü
02.03.2025 Yeni çözüm sürecine yönelik bazı itirazlar ve bunlara cevaplarım
22.09.2024 Ruşen Çakır nivîsî: Di benda hevdîtina Erdogan û Esed de
17.06.2023 Au pays du RAKI : Entretien avec François GEORGEON
21.03.2022 Ruşen Çakır: Laicism out, secularism in
19.08.2019 Erneute Amtsenthebung: Erdogans große Verzweiflung
05.05.2015 CHP-şi Goşaonuş Sthrateji: Xetselaşi Coxo Phri-Elişina Mualefeti
03.04.2015 Djihadisti I polzuyutsya globalizatsiey I stanovitsya yeyo jertvami. Polnıy test intervyu s jilem kepelem
10.03.2015 Aya Ankara Az Kobani Darse Ebrat Khahad Gereft?
08.03.2015 La esperada operación de Mosul: ¿Combatirá Ankara contra el Estado Islámico (de Irak y el Levante)?
18.07.2014 Ankarayi Miçin arevelki haşvehararı